28 Ocak 2013 Pazartesi

Gurbet Hikayeleri, Refik Halit Karay

Hikayede, Hasan adında bir çocuk vardır ve İstanbul’da yaşamaktadır. İstanbul’da yaşarken anne ve babasını kaybetmiş, hiç yakın akrabası kalmamıştır. Yöre halkı Hasan’ı Filistin’e, halasının yanına göndermeyi uygun görmüştür. Hasan’ı vapura bindirip Filistin’e gönderirler. Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahlarlar:
    -“Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.” derler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine dönerler.
    Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordur. Hasan vapurda; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlenmiştir.Beş yaşında olan Hasan; peltek, şirin konuşmalarıyla da güverte yolcularını epeyce eğlendirmiştir. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk almıştır.
    Hayfa'ya çıktıktan sonra onu bir trene koyarlar. Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştur. Hasan, köşeye büzülür; bir şeyler soran olsa da susar, yanakları pençe pençe, al al olarak susar. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susmaktadır. Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükenmiştir ve zeytinlikler de seyrekleşmiştir. Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. Bunlar da biter; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardır; ne ağaç vardır, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
    -Gemel! Gemel! dedi.
    Hasan'ı bir istasyonda indirirler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırır. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...
    -Ya habibi! Ya ayni! Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmiştir; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...Hasan durgun, tıkanıktır; susuyor, susuyordu.Öyle haftalarca susar.
    Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak susar. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordur, yine susuyordur.
    Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardır. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştır; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordur.
    Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırır. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girer. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordur.
    Konuşurlar, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizer.
Satıcı iskemlesine oturur. Hasan da merakla karşısına geçer. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyreder. Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakar. Susuyor ve bakıyordu.Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unutur, dalgınlığından anadiliyle sorar:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin? Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
    -Türk çocuğu musun be?
    -Istanbul'dan geldim.
    -Ben de o taraflardan... İzmit'ten!
    Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıdır; gözlerinin akına kadar sarıdır. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştır. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardır. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sorar:
    -Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
    Hasan anladığı kadar anlatır. Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif eder; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyler. Bir aralık da kendisi sorar:
    -Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle sallar: Uzun iş manasına... ve mırıldanır:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
    Asıl konuşan Hasan'dır, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordur. Aklına ne gelirse söyler. Eskici hem çalışır, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletir; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinler; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinler. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordur. Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmiştir. Demirini topraktan çeker, köselesini dürer, çivi kutusunu kapar, çiriş çanağını sarmalar. Bunları hep aheste aheste yapmıştır.
    Hasan, yüreği burkularak sorar:
    -Gidiyor musun?
    -Gidiyorum ya, işimi tükettim.
    O zaman görür ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
    -Ağlama be! Ağlama be!
    Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
    Ağlama diyorum sana! Ağlama.
    Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmiştir. Önüne geçmeye çalışır amma yapamaz, kendini tutamaz; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duyar.
    KÖPEK :
    Osman memleketinden uzun süre önce ayrılır ve Lübnan’da çalışmaya başlar. Osman kimseyle konuşmayan çok yalnız biridir. Bir gün yine işe çıkmışken arkasına bir köpek takılır. Ona bakınca onunda memleketinden uzak olduğunu düşünür. Köpeğin kaderinin kendisine benzediğini düşünerek onu yanına alır. Artık her yere onunla gider olmuştur. Köpek, Osman’ın yanına geldiğinden beri kilo alır, Osman’la oynamaya onu sevmeye başlar.
    Bir gün Osman’ı Lübnan’da zabitler yakalar. Yasak olarak çalıştığından dolayı onu şehir dışı etmek isterler. Ama köpeğin onunla beraber gitmesini istemezler. O zamanlar hayvanların hastalık bulaştırma tehlikesi olduğu için, onları şehir dışı etmek yasaktır. Bu nedenle Osman’ı köpeksiz şehir dışı ederler. Osman çok üzülür hatta ayrılırken köpekle bile vedalaşır. Köpek ağlamaklı olmuştur ama bir şey yapamaz. Osman’ın eski neşesi artık kalmamıştır. Kader yine ona kazığını atmıştır.
    TESTİ
    Ömer adında bir genç Lübnan’da şöförlük yapmaktadır. Bir akşam arabasına üç bedevi biner ve ondan hemen bir doktara gitmesini isterler. Adamlardan biri nefes alırken zorluk çekmektedir. Ömer merak edip nesi olduğunu sorar. Bedevilerden yaşlıca olanı yanındakinin testişinden su içerken, testinin içine düşmüş olan bir arının boğazına kaçarak onu soktuğunu söyler.
    Lübnan halkı o zamanlar hastalık bulaşır korkusuyla bardak kullanmaz, testiyle içerlerdi. Testiyle içerken de ağızdan birkaç parmak yukarıdan akıtarak içerlerdi. Bu tür olaylar orada çok sık olurdu.
    Adam bir ara nefes almamaya başlar. O sırada Ömer doktor yazılı bir yerde durur ve adamı içeri taşırlar. Fakat doktor birkaç saat önce hayata gözlerini yummuştur. Arı tarafından sokulan adamda aradan çok geçmeden doktorun yanında yerini alır.

Fareler ve İnsanlar, John Steinbeck

 Kitabın yazarı John Ernest STEİNBECK 1962 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan ABD’li ünlü bir yazardır. Yazarlık hayatı öncesinde işçi olarak çalışmış, bu sırada edindiği deneyimler, yapıtlarında işçilerin yaşamlarını gerçekçi olarak anlatabilmesinde önemli rol oynamıştır.
 Fareler ve İnsanlar Steinbeck’i dünyaya duyuran ilk yapıtıdır. Eser Burns’un ‘’ insanlar ve Fareler hiçbir zaman hayallerinin gerçekleştiremezler’’ mısralarındaki anlam üzerine kaleme alınmıştır. Eser roman-piyes tarzında yazılmış olup, olaylar birbirini takip ettiği için akıcı bir üslup hakimdir.
Hikayede iki baş karakter vardır: Lennie ve George.  İkisi çocukluklarından beri birbirlerinin tanımakta ve aralarında sıkı bir dostluk bulunmaktadır. Lennie çok iri, aşırı kuvvetli, fakat 3-4 yaşındaki bir çocuğun zekasına sahip özürlü bir insandır.
George ise ufak tefek, akıllı, Lennie’ye gönülden bağlı, onun bakımını kendisine görev edinmiş iyi yürekli bir insandır. Lennie olmadan hayatının ne kadar kolay ve güzel olacağını sık sık aklından geçirmekte, yer yerde bunu dile getirmektedir, ama bunu asla uygulamaya koymamaktadır. Çünkü aralarındaki derin dostluk bağları bunu imkansız kılmaktadır.

Her ikisinin de hayali; biraz para kazanıp, küçük bir toprak parçası satın alarak kimseye muhtaç olmadan yaşamaktır. Bu hayal uğruna her ikisi de nerde ne iş bulurlarsa çalışmakta ve hayallerini gerçekleştirmeye çalıştırmaktadırlar.
Lennie, gücüyle kuvvetiyle çok fazla işi tek başına yapabilmesine rağmen, zeka yaşından dolayı çocuksu bir tutkusu vardır. Yumuşak nesneleri okşamak çok hoşuna gitmekte ve gördüğü çocuklarla oynamak istemektedir. Ancak bu tutkusunu ve masumiyetini sadece George bilmektedir. Onun dışındaki insanlar Lennie’e bakınca iri ve tehlikeli bir insan görmekte ve ondan korkmaktadırlar.
İşte bu tablo kahramanlarımızın başına çok belalar açmıştır. En sonunda onları Soledad kasabası yakınlarında bir çiftliğe kadar sürüklemiştir.
Çiftliğin yakınlarında kamp kurup, Lennie’e  tembihlerde bulunan George çok endişelidir.George Lennie’ye oraya vardıklarında konuşmayı kendisine bırakmasını hiçbir şeye karışmamasını, Bunun karşısında hayallerindeki çiftliğe kavuşacaklarını, orada tavşanların olacağını, onların bakımlarının Lennie’ye ait olacağını, yanlış bir şey yaparsa bunun mümkün olmayacağını bir çocuğun anlayacağı şekilde anlatmıştır. Her şeye rağmen bir terslik olursa kendisini konakladıkları bu fundalıkta beklemesi gerektiğini de anlattıktan sonra George ve Lennie birlikte çiftliğe giderler ve işe başlarlar.
Yazar çiftliği ve içinde ki kişileri ayrıntılı olarak betimlemiştir. Çiftlikteki başlıca karakterler şunlardır:
Candy: Bir eli olmayan yaşlı bir işçidir.Yaşlı, hasta ve ağır kokusu olan bir köpeği vardır.  Diğer işçiler bu köpeği istememektedir.
Carlson: Daha genç bir işçidir. Bu köpekten devamlı şikayet etmektedir. Candy köpeğini çok sevmekte, ancak etrafa verdiği rahatsızlıktan dolayıda mahcubiyet duymaktadır. Carlson onun böyle bir mahcubiyet anında köpeği götürüp öldürebileceğini söyler. Candy karşı çıksa da sonunda razı olmak zorunda kalır. Carlson köpeği götürüp , vurur ve gömer. Candy  George’a bu işi kendisinin yapması gerektiğini, kadim dostunun başkasının ellerinde can vermesine izin vermekten dolayı duyduğu pişmanlığı dile getirir.
Curley: Çiftlik sahibinin oğludur. Ufak tefek yapısından dolayı kendisine has kompleksleri vardır. Ayrıca iri güçlü işçilere hayranlık duyan birde karısı vardır. Zaten ufak tefek yapısını sorun eden Curley’in en büyük kabusu aldatılmaktır.
Bu yüzden Curley için Lennie büyük bir tehdittir.Lennie konuşmadığı için özürlü olduğunu kimse fark etmemektedir. Curley ve karısı dahil herkes ona bakınca iri yarı güçlü bir erkek görmektedirler.
Whit, Slim, Crooks, Clara Teyze hikayenin diğer belli başlı karakterleridir.
Slim, oradaki işçilerin doğal lideridir. Akıllı ve sözü dinlenen bir kişidir.
Crooks, çiftliğin zenci seyisidir. Akıllı entelektüel bir kişiliktir. Ama zenci olmasından dolayı gördüğü ayrımcılık ve zulüm hikayenin başka bir ayağını oluşturmaktadır. Yazar Amerika’daki o tarihteki zencilere yapılan ayrımcılık ve zulümleri Crooks üzerinde çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir.
George ve Lennie’nin çiftliğe ilk geldiği günün akşamı Curley Lennie’e sataşmıştır. George’un izniyle Lennie Curley’e ağzının payını verir ve elinin kemiklerini kırar. Bu olay Curley’in karısının Lennie olan hayranlığını daha arttırmıştır.
Bir akşam işçiler dışarıda nal atma oyunu oynarken Lennie işçilerin yatakhanesinde yalnızdır. Curley’in karısı onun yanına gelir ve kur yapmaya başlar. Ona nelerden hoşlandığını sorar. Lennie, yumuşak tüylü hayvanları okşamak şeklinde cevap verince, saçlarının çok yumuşak olduğunu isterse dokunabileceğini söyler. Lennie saçlarını okşamaya başlayınca aşırı kuvvet uyguladığından canı yanar ve bağırmaya başlar. Lennie susması gerektiğini George’un duyacağını, yaramazlık yaptığı için tavşanlara baktırmayacağını masumane anlatırken kocaman elleri bütün nefes yollarını kapatmıştır. Boynu kırılıp can veren kadını  hareket etmediğini gören Lennie kötü bir şey yaptığını anlar ve oradan uzaklaşır. Daha önce George’nin kendisine tembihlediği fundalıklara gider saklanır.
Curley, karısının başına gelenleri ve sorumlu olan kişiyi öğrenir öğrenmez bir ekip kurar ve Lennie’i öldürmek için yola çıkarlar. George’da onlarla beraber çıkmak zorunda kalır. Anlar ki bu ekipten kaçmaları imkansızdır. Hem kaçabilseler bile Lennie eninde sonunda başka birisine daha zarar verecek, ya öldürülecek veya kanun tarafından idam edilecektir. Onu bu şekilde başkalarının acımasızca öldürmesine izin veremez. Ekipten önce fundalıklara koşar, Lennie’i bulur. Çok korkmuş olan bu iri yarı çocuğu teselli eder, sakinleştirir. Yanı başlarındaki göle bakmasını orada alacakları çiftliği göreceğini söyler. O esnada George Lennie’nin kafasına arkadan bir el kurşun sıkar. Artık Lennie’de George’da özgürdür.  George Slim ile beraber yoluna devam eder.

10 Ocak 2013 Perşembe

MOBBING NEDİR? MOBBING NE DEMEKTİR? MOBBING KELİMESİNİN ANLAMI NEDİR?

Mobbing Latince bir kelimedir.
Psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermek gibi anlamları karşılamaktadır

YGS'YE NASIL HAZIRLANMALIYIZ? YÜKSEKÖĞRETİME GEÇİŞ SINAVI'NA NASIL HAZIRLANMALIYIZ

YGS Ne Zaman Yapılacak? Sınav Kaç Dakika Sürecek? 

Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) 24 Mart 2013 Pazar günü yapılacak ve sınav 160 dakika sürecek.

Peki YGS'ye Nasıl Hazırlanmalıyız?


* Çözmeniz için günlük soru adedi belirleyin ve belirlediğiniz soru adedinin altına düşmeyin. Zaman içinde soru çözmedeki beceriniz ve hızınız artınca soru adedini de artırın.Çoğu soru kalıbı aynıdır. Ne kadar çok ve çeşitli sorular çözerseniz o kadar pratik ve hızlı olursunuz.

* Dershanede veya okulda yapılan ya da sizin yaptığınız deneme sınavlarına özen gösterin. Deneme sınavlarına gerçek sınav ciddiyetinde girin. Çünkü deneme sınavları, sizin bilgi ve yorum gücünüzü ölçecektir.

* Dersi derste öğrenin. Her ders önce yerinde ve zamanında öğretmeninden öğrenilir. Kavrayamadığınız konu veya bölümleri öğretmenlerinize mutlaka sorun.

* Dinlenmek ve rahatlatmak için kendinize zaman ayırın

* Müzik dinleyerek ders çalışmayın ve kendinizi buna alıştırmayın. Müzik dinleyerek ders çalışıyor veya soru çözüyorsanız vücudunuz ve beyniniz buna alışır, sınavda da aynı şeyleri ister. Ancak gerçek sınavda böyle bir olanağınız olmayacak.

* Hepsinden önemlisi sistemli, planlı ve programlı çalışın. Bu şekilde çalışmak vücudunuzu ve beyninizi dağınıklıktan kurtaracaktır.

SERVET-İ FÜNUN DÖNEMİ SANATÇILARI - TEVFİK FİKRET

Tevfik Fiket, sadece Servet-i Fünun edebiyatının değil genel olarak edebiyatımızın da güçlü sanatçılarından biridir. 


rübabı şikeste
rübab-ı şikesteşiir kitabı
Sanatçı, 1867 yılında doğmuş ve 1915 yılında vefat etmiştir.

On beş yaşında Galatasaray Sultanisi'nde (Lisesinde) öğrenci iken öğretmenlerinden Muallim Feyzi'nin desteğiyle, Tercüman-ı Hakikat'ta ilk şiirini yayımladı. Bu ilk şiiri "Nazmi" takma adıyla yazdığı "gazel" nazım biçimiyle yazmıştır.

Servet-i Fünun edebiyatı, Fikret'in derginin baş yazarı olmasıyla başlar.

Önceleri "sanat için sanat" anlayışını benimsemiş olan sanatçı, derginin kapatılması ile birlikte "toplum için sanat" anlayışını savunmuştur.

Karamsar bir ruh hali içindedir.

Aruz ölçüsü ile Türkçeyi en iyi bağdaştıran şairlerimizdendir. Ancak "Şermin" adlı çocuk şiirlerinin bulunduğu eserinde  hece ölçüsünü kullanmıştır.

Resim sanatından etkilenmiş, tablo gibi şiirler kaleme almıştır. Şiirlerinde biçime ve betimlemelere önem verir.

Şiirlerinde "parnasizm"in etkileri görülür.

Klasik beyit ve mısra anlayışının dışına çıkarak "anjambmanlar" kullanmış. Yani bir dizenin ortasında başlayan veya biten cümleler kullanmıştır. Nazmı (düzyazıyı) nesre (şiire) yaklaştırmıştır.

Eserleri:

Rübab-ı Şikeste (Kırık Saz)

Rübabın Cevabı

Haluk'un Defteri

Şermin

9 Ocak 2013 Çarşamba

KAĞIT TABLET - GELECEĞİN BİLGİSAYARLARI KAĞIT TABLETLER

kağıt tablet, kağıt tablet fiyatları, kağıt tablet nasıl, kağıt tablet nedir, kağıt tablet nerede, kağıt tablet renksiz, kağıt tablet teknolojisi, kağıt tabletler

Teknolojide her gün bir yenilik oluyor ve bu yenilikler bizleri şaşırtıyor. Gerçi artık bir kısmımız bu yeniliklere alıştık ama kendi adıma şaşırdığımı söyleyebilirim.

Şimdi anlatacağımız konu ise Kanada'da üretilen ve tablet teknolojisine büyük bir kolaylık getiren "kağıt tabletler".


Kağıt tabletler, Amerika kıtasında Kanada tarafından üretildi. Kağt tabletlerin adı kağıt kullanılmasından değil, bir kağıt kadar ince olmasından kaynaklanıyor. İnce bir plastikten üretilen kağıt tabletlerin taşınması çok kolay. Çünkü eğrilip bükülebiliyor. Aynı zamanda sayfa atlamak istediğiniz zaman bir kitap gibi sağ ya da sol tarafından bükmeniz yeterli. Kağıt tabletlerde veri aktarmak da çok kolay. Kağıt tableti başka bir kağıt tablete dokundurmanız yeterli.

Kağıt tabletin tek olumsuz özelliği ise siyah-beyaz olması. Ancak hızla gelişen teknoloji yakında onları da renkli hale getirir. Bundan şüphemiz yok.

8 Ocak 2013 Salı

SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATINDA ŞİİR - SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATINDA ŞİİRİN GENEL ÖZELLİKLERİ

Servet-i Fünun dönemi şiirinin genel özellikleri şunlardır:
* Bu dönem sanatçıları şiiri biçim bakımından değiştirmeyi amaçlamışlar ve bunu başarmışlardır.
* Parça güzelliği yerine bütün güzelliğini savunmuşlardır.
* Bir dizede bitmeyen cümleler (anjambman) kullanmışlarıdr.
* Yeni bir şiir dili kurmayı amaçlamışlar ve ağır, süslü, sanatlı bir dil kullanmışlarıdır. Servet-i Fünunun şiir dili böyledir.
* tiraje, şegaf, ibtika, takattur, lerzende, puşide vb. gibi sözcükleri eski sözlüklerden bulup çıkarmışlar ve kullanmışlardır.
* Arapça ve Farsça kurallarıyla ancak bu dillerde olmayan kelimeler türetmişlerdir. tebeşbüş, mükevkeb, mukmir,müşemmes, nevin vb.
* Alışılmadık tamlamalar kullanmışlardır. havf-i siyah (siyah korku), leyal-i girizan (kaçıcı geceler) vb.
* Aşırı heyecan belirten belirteç ve ünlemler kullanmışlardır.
* Serbest müstezatı başarı ile kullanmışlardır.
* Söz sanatlarına büyük önem verilmiştir.
* Bu dönem şiiri resim sanatından oldukça fazla etkilenmiştir. Tablo gibi şiirler yazılmıştır.
* Kafiye göz için değil kulak içindir anlayışı vardır.
* Yabancı sözcükler şiirlerde kullanılırken bunların Türkçe okunuşları esas alıarak kafiye oluşturulmuştur.
* Baskıcı rejimin sürmesi nedeni ile toplumsal konular yerine bireysel konular ele alınmıştır. Ancak topluluk dağıldıktan sonra toplumsal konulara eğilim başlamıştır.
* Bu dönem sanatçıları yine baskıcı reşim yüzünden gerçeklerden uzaklaşmış ve hayal dünyalarına sığınmışlardır.
* Arapça ve Farsça sözcüklerin sayıca çoğalması ile sanatlı üslup birleşince bu dönem şiirinin dili oldukça ağırlaşmış bu sebeple de servet-i Fünun dönemi şiiri sınırlı aydın kesim tarafından anlaşılacak bir duruma gelmiştir. 

SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATINDA HİKAYE (ÖYKÜ)

Türk hikayesi, bu dönemde hem romantik hem de realist bir çizgide yazılmaya devam etmiştir.

Servet-i Fünun Edebiyatında Hikayenin Genel Özellikleri:
* Genelde Maupassant tarzı hikayeler görülür. Maupassant tarzı hikaye klasik olay hikayesidir.
* Aşk, ölüm, intihar, hayal kırıklığı, karamsar bir hava hikayelerde işlenen konulardandır.
* Bu dönem sanatçıları genel olarak siyasete uzak durmuşlar bundan dolayı da eserlerinde bireysel konuları işlemişlerdir.
* Bu dönem hikayelerinde modern ve Batılı bir hayat tarzı görülmektedir.
* Halit Ziya Uşaklıgil'in yazdığı "Hikaye" isimli eseri, edebiyatımızda hikaye kuramı üzerine hazırlanmış ilk derli toplu çalışmadır. Bu eserde öykü ve romanın temel kuralları verilmeye çalışılır.

EYLÜL ROMANININ ÖZETİ - MEHMET RAUF


eylül romanı
eylül romanının kısa özeti

Bu eser, Mehmet Rauf tarafınfan 1900 yılında yazılmıştır. Edebiyatımızın ilk psikolojik romanıdır.

Suat Hanım ile Süreyya Bey beş yıldır evlidir. Bir yaz dönemi için Boğaziçi'nden küçük bir ev kiralarlar. Bu karı-koca çok mutludurlar. 

Süreyya Bey'in arkadaşı Necip Bey, aile dostlarıdır ve sık sık onların evlerine gelmektedir. Bazı gecelerde de konuk olarak evlerinde kalır.

Necip, Süreyya Bey'in eşi Suat'a karşı derin bir saygı beslemektedir. Bu saygı, bir zaman sonra çok güçlü bir sevgiye dönüşür. Necip, bu sevgiyi kendi içine atar; kendi içinde saklar. Bir gün artık dayanamaz ve Suat'ın eldivenlerinden birinin tekini çalar. Aradan bir süre geçer ve Necip hastalanır. Bu hastalığın nöbetleri sırasında Necip, çaldığı eldiven tekini sayıklar. Bu durumu öğrenen Suat, eldivenin diğer tekini de Necip'e verir. Böylelikle her ikisinin de aşkı açığa çıkmış olur. Ancak iki sevgili de Süreyya'ya ihanet etmez ve bu aşk onların içinde yaşar. 

Günler geçer. Yaz bitmiş, kış gelmiştir. Tekrar konağa taşınan Suat ile Süreyya'nın evinde bir gün yangın çıkar. Suat evin içinde, alevlerin arasında kalmıştır. Necip onu kurtarmak maksadı ile cesurca eve girer; ancak her ikisi de kurtulamaz. Aşklarının onların içini yaktığı gibi alevlerin arasında kalarak can verirler.

7 Ocak 2013 Pazartesi

ŞEKER PORTAKALI ROMAN ÖZETİ - JOSE MAURO de VASCONCELOS

güneşi uyandıralım roman özeti, kitap özetleri, zeze şeker portakalı roman özet, şeker portakalı kimin, şeker portakalı kitap özeti, şeker portakalı yazarı kim, şeker portakalı özeti, zezenin hayatı,zeze kaç yaşında,jose mauro de vasconcelos yaşamı,jose mauro de vasconcelos kimdir,zeze şeker portakalı roman özeti
Eserin kahramanı Zeze, çok çocuklu, fakir bir ailenin çocuklarından biridir. Romandaki olaylar, işsizlik ve parasızlık yüzünden ruhsal bunalımlar geçiren bir baba, kardeşlerinin sorumluluğunu üstüne almış bir ağabey ve ablalar çevresinde gelişir. Anne, ailenin geçimini sağlamak için çalışmak zorundadır ve çocuklarına ayıracak hiç vakti yoktur. Kısacası aile fertleri Zeze’yi anlayabilmekten çok uzaktır. Çünkü herkes kendi dünyasındadır.
şeker portakalı roman özeti
zeze şeker portakalı roman özet

Zeze, mahalledeki insanlara yaptığı, çoğu kez zarar verme boyutuna ulaşan, şakalar ve yaramazlıklar yüzünden kötü bir çocuk olduğuna inanır. Yüreğindeki sevgi boşluğunu doldurmak için hayali arkadaşlara sığınır. Bunlardan biri yarasadır. Diğeriyse yeni evlerine taşındıklarında her çocuğun bahçedeki ağaçlardan birini seçmesiyle ortaya çıkar: şeker portakalı fidanı. Zeze, bu adaletsiz paylaşımda payına düşeni kabullendiğinde artık bir dostu daha olmuştur.

Aile bireyleri dışında Zeze’yl ilgilenen birkaç kişi göze çarpar. Edmundo Dayı, ona aradığı sevgiyi değilse de en azından ara sıra para verir ve kendince yeni şeyler öğretir. Öğretmense söylenenlerin tersine Zeze’nin mükemmel bir çocuk olduğu görüşünü savunur.

Zeze, en büyük dostunu yine bir yaramazlık sonucu tanır. Bu, daha tehlikeli bir oyundur. Hareket halindeki arabaların arkasına yapışıp hızı hissetmek. Portekizli Manuel Valadares'in arabası çok fiyakalıdır. Bu yüzden yarasa olma oyununu bu araba üzerinde denemek için büyük bir istek duyar ve iş başındayken yakalanır. Portekizli poposuna vurup onu rezil etmiştir. Yüreği yoğun bir nefretle dolar. Sonraları bu adamı daha yakından tanır ve bu adam Zeze'nin yaşamındaki en sevdiği insan haline gelir.

Zeze, bir gün babasından yediği dayaktan sonra intihar etmeyi düşünür. Ama Portekizli’nin desteğiyle vazgeçer. Ondan kendisini evlat edinmesini ister. Ne yazık ki adamın ömrü buna vefa etmez. Bir süre sonra adamın ölüm haberi gelir. Adam, bir trafik kazası geçirmiştir ve ölmüştür. Portekizli’nin ölümü Zeze’yi yaşamdan koparır. Bunun üzerine kendi içinde bir iç savaş başlar. Hastalığı esnasında şeker portakalının çiçek açtığını öğrenir. Ama artık ne o, ne de yarasa önemlidir. Yaşadığı büyük acı Zeze’yi olgunlaştırmıştır.

SOCRATES PROGRAMI NEDİR? SOCRATES PROGRAMINA HANGİ ÜLKELER KATILIYOR*

Socrates Programı Nedir?

Socrates, Avrupa Birliği'nin başlıca eğitim programlarından biridir. Temel amacı
kültür alışverişini, dil öğrenimini, kişilerin dolaşımını ve eğitim alanında Avrupa çapında standartlaşmaya yönelik yenilikleri teşvik etmektir. Yani bu program aracılığı ile bir başka ülkede eğitim, öğrenim ve öğretim faaliyetlerinde bulunmak isteyen kişilere maddi (finansal) destek sağlanır. Bunun yanında eğitim kurumlarının ortaklaşa düzenledikleri projeler Socrates programından destek alıır.

Socrates Programında Desteklenen Eylem Alanları Nelerdir?

Socrates programı kapsamında şu eylem alanları desteklenir:
Comenius: Okul eğitimi
Erasmus: Yükseköğrenim
Grundvig: Yetişkin eğitimi ve diğer alternatif eğitim yolları
Lingua: Avrupa dillerinin öğrenilmesi
Minerva: Eğitimde bilişim ve iletişim teknolojilerinin kullanımı
Eğitim sistemlerinin gözlenmesi ve yeniliklerin desteklenmesi
Avrupa Birliği'nin diğer eğitim programları ile ortak olan eylemler.

Socrates Programına Hangi Ülkeler Katılmaktadır?

Socrates programına 31 ülke katılmaktadır. 
Bu ülkeler şunlardır: Almanya, Avusterya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Hollanda, İspanya, Finlandiya, Fransa, Yunanistan, İrlanda, İtalya, Kıbrıs, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Letonya, Litvanya, Polonya, Portekiz, Slovakya, Slovenya, İngiltere, İsveç,İzlanda, Norveç, Liechtenstein, Bulgaristan, Romanya ve Türkiye.

4 Ocak 2013 Cuma

ÖSYM örnek din soruları yayınladı ÖSYM, YGS'de sorulacak örnek din soruları hazırladı.

2013-YGS’de, Yükseköğretim Kurulu kararı ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisinden 5 adet soru yer alacak. Sorular Milli Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Müfredatında yer alan konulardan hazırlanacak. Sorulacak sorular hakkında fikir vermesi amacıyla, ÖSYM tarafından Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Testi örnek soruları yayınladı.

Sorular için tıklayınız...

ENERJİ TASARRUFU HAFTASI - OCAK AYININ İKİNCİ PAZARTESİ GÜNÜ

Her yıl ocak ayının ikinci haftası "Enerji Tasarrufu Haftası"dır.

Peki enerji tasarrufu bize ve ülkemize neler sağlar?

Ülkemiz, enerji bakımından büyük ölçüde dış ülkelere bağımlıdır. En önemli enerji kaynaklarımızdan olan petrolü yabancı ülkelerden satın alırız. Dolayısıyla petrol, döviz vererek satın aldığımız ürünlerin başında yer alır. Ekonomimizin düzelmesinde, enerjiyi tutumlu kullanmanın önemi büyüktür.

Boşa yanan lambaları söndürmek; arabalarımızı boş yere çalıştırmamak; bozuk muslukları onarmak; suyu tasarruflu kullanmak; radyo, televizyon, bilgisayar ve diğer aletleri boş yere çalıştırmamak bir vatandaşlık görevidir. Ülke kaynaklarının bilinçsizce kullanılması bizi fakirliğe götürür. Enerji tüketiminde yaptığımız savurganlık, vatanseverlik duygularımızın zayıflığını da gösteren önemli bir ölçüttür. Çünkü enerjiye harcanan paranın çoğu ülke dışına çıkmaktadır.

3 Ocak 2013 Perşembe

ANNA KARENİNA ROMANININ ÖZETİ - ANNA KARENİNA KİTABININ ÖZETİ TOLSTOY

Anna Karenina, Rus edebiyatının önemli isimlerinden Tolstoy tarafından 1870'lerde kaleme alınmış klasik bir eserdir. 

Romanın Özeti:
 
Anna Karenina, Rus aristokrasisine mensup şık ve güzel bir bayandır. Kibarlığı, nazikliği ve saygıdeğer kişiliği ile çevresince kendisine hayranlık duyulmaktadır. 

Kocası, yüksek mevkiide bir devlet memurudur. 

anna karenina
anna karenina özeti
Anna Karenina’nın evlilik hayatı monoton ve sıradandır; bütün mutluluğunu evinde ve çok sevdiği çocuğunda bulmaktadır.

Bir gün, Anna Karenina’ya, ağabeyi ile yengesinin aralarının açıldığı haberi gelir. Anna onları barıştırmak maksadı ile Moskova’ya gider. Orada Vronski adında yakışıklı, genç bir kontla karşılaşır ve birbiri ile tanışırlar. 


Kontun, Anna’nın akrabası olan bir genç kızla seviştiği dedikodusu ağızdan ağza yayılmaktadır. Gerçekte Kont Vronski, ilk görüşte Anna Karenina’ya hayran kalmış ve genç kadına kur yapmaya başlamıştır. 

İlk başlarda ilgisiz edatakınmaya çalışan Anna, bir süre sonra dayanamaz ve Kont Vronski’nin aşkına karşılık verir. Bu durum beraberinde birçok dedikoduyu getirir. Karanina, bu dedikoduları umursamaz. Hatta bu durumu kocasına bile söyler. Karanina'nın kocası, eşinin itirafları karşısında çok sarsılır, ancak bu durumu belli etmez. Kocası, Anna’ya, çocuğunun geleceğini düşünerek bu yasak ilişkiye son vermesini ister. Fakat Anna, Kont Vronski ile beraber İtalya’ya kaçar.

Anna ile Vronski İtalya’da gözlerden uzak bir şekilde yaşamlarını sürdürürler. Rusya'ya geri döndüklerinde ise kimse onlarla arkadaşlık yapmak istemez; ve toplumdan  dışlanırlar. Bu durum Anna’nın sinirlerini iyice gerer ve bozar. Sevgilisiyle aralarında huzursuzluk başlar. Vronski de kayıtsız, içe dönük bir kişi olmuştur. Anna, Vronski’nin artık kendisini sevmediğini düşünür ve ardından  iyice bunalıma girer. Yaptıklarından büyük nedamet (pişmanlık) duyar ve sonunda intihar eder.


Anna’nın ölümünden sonra Kont Vronski de manevi bir yıkıma uğrar ve son çareyi orduya yazılmakta bulur.

Pi'nin Yaşamı Filmi - Life of Pi

Hindistan’dan Kanada’ya gitmekte olan bir yük gemisi, içindeki -neredeyse- bütün canlılarla birlikte trajik şekilde batar. Pi, batan gemiden geriye kalan tek insandır.

Pi'nin Yaşamı filminin fragmanı
için tıklayınız.

YENİ LİSAN ve YENİ LİSAN HAREKETİNİN İLKELERİ

·          Yeni Lisan Hareketinin İlkeleri:


* Yazı dili ile konuşma dilini İstanbul Türkçesi’nde birleştirmek. 

* Halkın sıklıkla kullandı yani diline yerleşmiş yabancı kökenli kelimeleri Türkçeleşmiş olarak kabul etmek.

*Arapça ve Farsçanın dilimizdeki ayrıcalığını ortadan kaldırmak aynı zamanda bu dillerden eylem, belirteç, bağlaç ve tamlama almamak.

* Dilimizde tam olarak karşılığı bulunan yabancı kökenli sözcükleri kullanmamak. Bunların yerine Türkçemizdekileri kullanmak.  

  * Yeni kelime veya terim gerektiğinde halkın uyguladığı yöntemleri kullanarak yeni kelime veya terimler üretmek. 

* Türkçe kelime köklerinden Türkçe ekler ve kurallar yardımı ile yeni kelime veya terimler ortaya çıkarmak (türetmek).

*Pek kullanılmayan, yerini yeni kelimelere bırakmış eski Türkçe kelimeleri tekrar kullanıp diriltmeye çalışmamak.

* Türkiye Türkçesinde yerli ağızlarda kullanılan kelimeleri ve uzak Türk şivelerinde kullanılan kelimeleri bulundurmamak.

MİLLİ EDEBİYAT NEDİR? MİLLİ EDEBİYAT AKIMININ GENEL ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

Milli Edebiyat Akımının Özellikleri:
        Edebiyat ve sanat düşünceyi yaymak için bir araç olarak görülmüştür.

        “Toplum için sanat” anlayışı hakimdir.


       Edebiyatta halkın sorunlarının dile getirilmesine ağırlık verilmiştir.


        Milli kaynakların (destan, masal, tarih vs.) değerlendirilmesine önem verilmiştir.


       Dili sadeleştirme çabası içine girilmiş, sadeleştirme hareketi detaylı bir şekilde programlanmış ve büyük ölçüde gerçekleşmiştir.

         Hece ölçüsü ve dörtlük nazım birimi esas alınmıştır.

         Roman, öykü ve düşünce yazılarına önem verilmiş halkın okuma alışkanlığı kazanması için çaba harcanmıştır.

      Edebi türlerde konu, İstanbul ile sınırlı kalmamış; İstanbul dışına, Anadolu’ya, köylere, kasabalara ve öteki Türk yurtlarına doğru genişletilmiştir.

         Genel olarak realist bir bakış açısı vardır.

·       Başlangıçta tepki gören bu akım zamanla genişlemiştir. Aruz ölçüsünü bırakan bazı sanatçılar bu grup içine girmişlerdir. Bazıları ise topluluğa katılmasalar da dil, konu ve halka yöneliş bakımlarından topluluk üyeleri ile aynı doğrultuda yer almışlardır.